Masa İnsanlığın Varoluş Metaforlarındandır!

Jean-Paul Sartre, insanın bir taş ya da masa olmadığını; taşın ya da masanın zaman ve şekilde sabitken insanın sürekli hareket halinde ve değişken olduğunu belirtir. İnsanın, yalnızca fiziksel varlığı değil, düşünceleri, duyguları ve bilinci de zamanla değişir ve dönüşür. Bu hareketlilik içinde insan, tutunacak, duracak ve toplanacak bir meta arar.

İlk çağlarda insanlar, topraktan, taştan ve ağaçtan yaptıkları basit yüzeyleri masa olarak kullandılar. Bu taş masalar, avcı ve toplayıcı toplulukların en önemli ortak noktasıydı. Yemek yemek, sadece karın doyurmaktan fazlasıydı; bir araya gelmenin, paylaşmanın ve topluluk olmanın ilk işaretlerindendi. Bu nedenle taş masalar, insanlığın ilk sosyal bağlarının kurulduğu, ortak yaşam alanının sembolü oldu. Bugün, bir yemek masası etrafında oturup sohbet ettiğimizde, aslında bu ilkel ritüelin modern bir yansımasını yaşıyoruz. Kültürümüzde, masaya davet etmek, masasında yer vermek ve masa kurmak, karşı tarafa verilen değeri gösteren jestlerdir.

Güneşe ve doğa güçlerine tapan ilk toplumların kurban sunaklarına baktığımızda da masa metaforunu görürüz. O sunaklar, kutsal olanla sıradan olanın birleştiği yüzeylerdi. Kurbanlar, adaklar ya da armağanlar, bu sunaklar üzerinde evrene ve tanrılara sunulurdu. Masa, kutsal ile dünyevi arasındaki bağlantıyı kuran bir köprüydü. Güneşe, yağmura ya da berekete adanan her şey, bir masanın üzerinde sergilenir ve paylaşılırdı.

Orta Çağ efsanelerinden Kral Arthur’un Yuvarlak Masası da bu metaforun farklı bir yansımasıdır. Tüm şövalyeler, mücadelelerini ve onurlu görevlerini bu masanın etrafında toplar. Modern tarihe baktığımızda, Vestfalya Anlaşması’nda da yuvarlak masa, egemen devletler arasında eşitliği simgeleyen önemli bir unsurdu. Masa, hem uluslararası hukukta bir kabul ediliş hem de eşitlik ilkesinin simgesiydi.

Edebiyat dünyasına dönersek, Albert Camus’nün “Yabancı”sında Meursault, hayatı boyunca masada yemek yerken ya da çalışırken varoluşun sıradanlığı ve saçmalığı üzerine düşüncelere dalar. Virginia Woolf, “Kendine Ait Bir Oda” adlı eserinde, kadının yaratıcı olabilmesi için kendine ait bir oda ve bir masa gerekliliğinden bahseder. Woolf’a göre masa, bireyin özgürlüğünü ve kendi alanını simgeler.

Ernest Hemingway, masayı hayatın kâğıda döküldüğü bir sahne olarak görür. “Yazmak, acılı ve yalnız bir iştir. Masanın başında, kelimelerin arkasında saklı olan duyguları ortaya çıkarmaktır,” derken, masanın hem yaratıcılığın hem de içsel mücadelenin mekanı olduğunu vurgular.

Cemil Meriç ise “Jurnal”lerinde masanın başına geçmenin düşünme, yazma ve insanın kendini anlama süreci olduğunu dile getirir. Masa, onun için bir fikir mücadelesinin ve zihinsel derinleşmenin sahnesidir.

Oğuz Atay da “Tutunamayanlar” ve “Tehlikeli Oyunlar”da, masa başındaki varoluşsal çatışmaları ve insanın hayata tutunma çabasını işler. Selim Işık’ın masa başında yazdıkları, modern insanın dünyadaki yerini arayışını simgeler.

Necip Fazıl Kısakürek’i de çoğunlukla bir masa başında sigara içerken ya da kürsüde konuşurken hatırlarız. Masa, onun tefekkür ettiği, hakikate ve iç dünyasına yaptığı yolculuğun sembolüdür.

Günümüzde masa, sadece geçmişin bir simgesi değil, aynı zamanda modern hayatın vazgeçilmez bir parçasıdır. Çalışma masaları, insanın kendini ifade ettiği, üretkenliğini ortaya koyduğu ve kişisel alanını yarattığı önemli mekânlardır. Özellikle pandemi döneminde, masalar evde bir sığınak, iş yeri ve yaratıcılık alanı haline gelmiştir. Ayrıca, dijital çağda bilgisayar ekranlarımız da birer “dijital masa” olarak hayatımızda yer edinmiştir; tıpkı fiziksel masalar gibi, bu dijital yüzeylerde de üretir, paylaşır ve kendimizi ifade ederiz. Masanın boş yüzeyi ise, yaşamımızdaki sayısız olasılığı simgeler; kişi, bu yüzeyi nasıl dolduracağına, nasıl düzenleyeceğine kendisi karar verir. Bunun ötesinde, masa, sadece bireyin değil, toplumların da bir araya geldiği, tartıştığı ve uzlaştığı bir yüzeydir. Uluslararası müzakereler, anlaşmalar ve barış görüşmeleri hep “masada” gerçekleşir; bu da masanın insanlar arasındaki ilişkilerin ve toplumsal düzenin kurulmasındaki kritik rolünü gösterir.

Tarih boyunca siyasi liderleri düşünün; fikirlerini duyurmak ve seslerini yükseltmek için hep bir kürsünün, bir masanın ya da sahnenin üzerindedirler. Sanatçılar da eserlerini üretmek için bir masanın etrafında toplanır, yaratıcı süreçlerini o masanın üzerinde gerçekleştirirler.

Masa, kendine geldikten sonra düşünen, toplanan, anlatan, paylaşan ve hayatta kalmak isteyen insanın varoluşunun ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Herkesin hayatı da kendi masasıdır aslında. Masanın üstüne ne koyacağına, onu nasıl düzenleyeceğine, kimlerle paylaşacağına kişi kendi karar verir. Masanın taştan, topraktan ya da ağaçtan olması fark etmez; önemli olan insanın bir masa bulması ve ona tutunmasıdır.

17.09.2024
Bu kadar masadan konuşmuşken; Fikriyat’ın “Ünlü Yazarların Masaları” çalışmasını da linkte bulabilirsiniz.

Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments